2014 Baharından Sonrasına Hazırlık

17 Aralık 2013’de gündeme düşen Türkiye’deki yolsuzluk ve rüşvet davası – haklı olarak- bütün insanlarımızın ve kurumlarımızın ortak konusu oldu.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir hükümetin dört üyesi hakkında aynı anda   rüşvet ve yolsuzluk iddiasında bulunuldu, gene ilk defa dört tanesi yolsuzlukta adı geçen bakanlar olmak üzere Kabine revizyonunda ON BAKAN  aynı anda değişti.  

Türk tarihinin her dönemi yetkililerin yolsuzlukları ile doludur aslında. Orta Asya tarihimize bakarsak görürüz, Mete Han’ın en ciddi sıkıntısı yöneticilerin Çin’den aldıkları hediyelerdir (yani rüşvet). Çin’in Türk devletlerine karşı uyguladığı  resmi dış politikalarından birisi de “Türk devlet adamlarına hediye vermektir” .

Bu sadece Mete zamanı  için geçerli  değildir. Hadi sondan geriye doğru hatırlatalım: ANAP-DSP-MHP koalisyon Hükümeti’nde   “depremde toplanan bağış paraları”nın  ne olduğu ile  ilgili iddialar  o kadar yaygındı ki. Gerçi TBMM’de aklanıldı .. İki eski başbakan M. Yılmaz ve T. Çiller Meclis Araştırma Komisyonu’nda birbirlerini aklamışlardı hatırlarsanız.

Unutmadan,  12 Eylül Cuntası’nın generallerinden T. Şahinkaya   “Dünyanın  en zengin” generali olarak anılıyordu.   Emekli ikramiyesinin üzerine OYAK’tan aldığı parayı ilave edince bu kadar zengin olur mu generaller?  Demek ki, çalışırken iyi yatırım yapmış..

Muammer Güler’in konunun ortaya atılmasından  SEKİZ GÜN SONRA istifa et(tiril)mesine ne diyeceğiz? Üstelik bu arada Emniyet Teşkilatı’nda TAM BİR KIYIM ve KIRIM YAPTI gider ayak..Gider ayak “niçin bunu yaptı diye” insanların aklında sorular bırakarak ?

Soruşturmaya aceleyle iki savcı atanması, İstanbul Başsavcısı, konu ile görevli savcı ve HSYK’nın yaptıkları birbirlerinin dediklerini çürütmeye çalışan açıklamaları( üstelik hepsi de kendi görüşlerinin  yasaya uygun  olduğunu söylüyorlar. Konu aynı, uygulama farklı. Üç  tarafta hukukçu… Bu nasıl hukuk?  Fakat bütün bu çaba ve açıklamalar Hükümeti AKlamamış daha da sıkıntıya itmiştir.

       Başbakan’ın   ısrarla  “bu bir dış operasyondur” söylemi doğru  olabilir mi?  Şu anki, tozda, dumanda anlaşılamıyor gerçi hatta “suçu dış güçlere atma çabası” diyenler bile var.

     Ben kişisel görüşümü BAŞTAN SÖYLEYEYİM:  Şu anda iddia edilen rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ne kadar DOĞRU  olabilirse,  “Türkiye’ye dış operasyon yapıldığı” da o kadar GERÇEKTİR. Ancak  Başbakan söyleminde İNANDIRICI OLAMADI.  Bu sonuç “karşı TARAF’ın BAŞARISIDIR ( Ergenekon’da da karşı TARAF vardı, tesadüfe bakın..)

Burada yeri gelmişken şunun yazılması şarttır: 17 Aralık günü yani tamda yolsuzluk operasyonu ile Ülkemiz çalkalanırken CHP G. Bşk. K. Kılıçdaroğlu ile ABD Büyükelçisi Ricciardone İstanbul’da görüşme yaptılar. Oysa ikisinden birisi BU TOPLANTIYI İPTAL ETMELİ İDİ. İptal etmediler. Bu toplantı sonunda ilginç bir olay yaşandı: CHP Dış İlişkiler sorumlusu F. LOĞOĞLU  buluşmada  “yolsuzluk operasyonu GÖRÜŞÜLDÜ” derken az sonra Kılıçdaroğlu “KONUŞULMADI’’ dedi. Yani İKİSİNDEN BİRİSİ DOĞRU SÖYLEMİYOR. Ne diyordu Kılıçdaroğlu: “Yalancıdan başbakan olmaz!”  O doğruyu söylemişse F. Loğoğlu niçin yalan söyledi?

Toplantıyı büyükelçi de iptal edebilirdi, ETMEDİ. Niçin? Acemiliğinden olabilir mi???? Veya mesaj mı verdi bir yerlere?  Malum “siyasetçinin söylediği değil,  açıklamadığı önemlidir”.  Mesajlar  davranışlarla verilir.

     Türkiye, ABD’nin “bütün ikaz ve baskılarına rağmen” İran’a ambargo isteğine karşı çıktı. Hatta BM’de yapılan İran’a ambargo oylamasında “Hayır” oyu kullandı. Bu tutumunda iki nedenle haklı idi Türkiye.

1.si; yanı başındaki, komşusu İran’la bir çok nedenle  ilişkilerini –ABD istiyor diye- kesemezdi.

2.si; Almanya ve Fransa, ABD ambargosunu delip İran’dan çok büyük kazançlar sağlarken Türkiye bunu görmezden gelip, mali kazançlarını kaybedemezdi. Ancak ABD Almanya ve Fransa’ya –elbette- Türkiye gibi DAVRANAMADI. Sadece Sarkozy’i ye –yolsuzluk üzerinden- yüklenebildi. Almanya’ya ise müdahele edemedi. Ancak Türkiye ile ilgili “hazırlıklarını yapıp” bekledi.

Türkiye, İran konusunda ABD’ye rağmen neler yaptı?

Yukarıda da belirttiğim gibi İran’a ambargoya hayır dedi ve uygulamadı. Sadece satın aldığı petrolün yıllık miktarını her yıl giderek azalttı. Bu tutum Türkiye petrole bağımlı bir ülke olduğu için anlaşılabilir bir gerçeklikti ve ABD itiraz edemedi. Ancak ajandasına yazdı..

İran doğal gazının Avrupa ülkelerine iletilmesi projesine de katıldı ve terminal görevi üstlenerek Avrupa  ve İran  açısından stratejik vazgeçilmezliğini geliştirdi. Ayrıca İran’ın onayıyla  bu ülkede  ÜÇ DOĞAL GAZ KUYUSU AÇTI ve işletti.  ABD elbette bunları da unutmayacaktı.

Bunların dışında bizzat İran’ın uygulamaları ile Türkiye – ABD ilişkilerinde başka bir sıkıntı ortaya çıktı. İran devlet kontrolünde kalacak şekilde ülkesinde ÖZELLEŞTİRMELER YAPTI. Böylece ABD nedeniyle devlet olarak yapamadığı ticari faaliyetlerini KİŞİLER ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞTİRDİ. ABD uluslararası ticari kurallar nedeniyle müdahale edemedi. İşte bu özelleştirmeler sonunda İranlı bazı kişiler Türkiye üzerinden faaliyetlerde bulundular. Babek, R. Zarraf  gibi ( aslında İran’ın tanınmış ticari ailelerindendirler) tüccarlar İran’ın ekonomik faaliyetlerini Türkiye üzerinden yürüttüler. Böylece İran, ABD ambargosunu delmiş oldu. Elbette İranlı ticaret mensupları da büyük paralar kazandılar.

İranlı iş adamları kazançlarını HALKBANK ÜZERİNDEN  İran’a havale  yaptılar. Bankalar aslında birer aracı kuruluştur ve bu anlamda Halkbank’ın yaptığı NORMAL BANKACILIK İŞLEMİ idi.  Ciddi gelirler de elde etti. Sonuçta Türkiye (elbette Halkbank), İran (ve  İranlı iş adamları) büyük karlar elde ettiler. Fakat ABD ambargosu da DELİNMİŞ OLDU.

İşte Halkbank genel müdürünün isminin yolsuzluk operasyonuna geçmesi böyle başladı.  Ancak burada şunlar sorulmalıdır? Ambargoyu delerken bu durumu fırsata çevirmek isteyen YETKİLİ veya/ve ETKİLİ şahıslar hatta devlet görevlileri “kendi adlarına” yüzdelerini almışlar mıdır? Halkbank Genel Müdürü S. Arslan’ın evinde (ayakkabı kutuları içinde) bulunan 4,5 milyon dolar nedir? Bu para kendisine ait ise genel müdürün geliri belli olduğuna göre bunu nasıl kazandı? Kendisine ait değilse “kim başkasına emanet olarak” bu kadar büyük para teslim eder? Bu ne güven böyle(?)  Daha sonra yapılan açıklamada, bu paralar “imam-hatip lisesi yapmak için toplanan bağış paralarıdır” denildi. Keşke böyle bir açıklama yapılmasaydı. HİÇ İNANILMADI..

ABD’nin bütün itirazlarına rağmen Türkiye BRİCH’te yer almak yönünde politika yapmaktaydı.  ABD ve doların dünya üzerindeki hakimiyetini yok etme amacıyla kurulan BRİCH’e katılma isteğini elbette ABD  dikkatle takip edecekti..

Şanghay Sözleşmesi, Türkiye’nin ABD’ye rağmen  – en azından  ŞİMDİLİK gözlemci bile olsa- içinde yer almak  istediği başka bir uluslar arası oluşumdur. Ajandaya  bu da yazıldı..

Neler oluyordu? Türkiye,  Madrid Yolu’ndan, Barcelona Yolu’na mı kayıyordu? Hatırlarsanız sık sık Türkiye’de eksen kayması  tartışmaları yaşanıyordu…

ABD’nin en büyük tepkiyi gösterdiği konu ise Çin’den  Türkiye’nin “füze alım projesi” oldu. Ne demekti bu? ABD( dolayısıyla NATO) varken Çin’den NASIL SİLAH ALABİLİRDİ Türkiye???

Bunu engellemek için Rasmussen aracılığıyla “NATO’nun savunma şifrelerinin Çin’in eline geçeceği” KOMİK iddiası ortaya atıldı. Fakat Türkiye direndi.

Bütün silah sanayisinin izlediği gibi ABD’nin de “dikkatle” takip ettiği bir kurum var: ASELSAN.  Bir dönem sürekli intihar (!) olaylarının yaşandığı  Türkiye’nin en stratejik kurumlarından birisi belki de birincisi. TUSAŞ, USAŞ, TAİ, HAVELSAN, BARUTSAN, ROKETSAN zaten rahatsız ediciydi ama ASELSAN dünyaya açılmak istiyordu. Bu nedenle de uluslar arası kuruluşlardan  kredi istiyordu. İşte bir ABD uluslararası finans kuruluşu “çok karlı ve geleceği çok parlak ASELSAN”a kredi vermeyi REDDETTİ. Bunun anlamı “ABD üstü örtülü   ekonomik ambargo uyguladı”  demektir.. Mesele ticari olsaydı bu kadar kazançlı bir işe bir finans kurumu hayır der mi? Böyle bir fırsat (karlılık açısından düşünüldüğünde) kaçırılır mı?   Fakat ASELSAN yöneticileri  bu sonucu  öngördüklerinden başka uluslar arası kuruluşlarla da bağlantı kurmuşlardı..

Bu ASELSAN’da “çok oluyordu”. Dikkatle not alındı..

Türkiye Cumhuriyeti devleti 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında yaşadığı problemlerden ÖNEMLİ DERSLER ÇIKARMIŞTIR.  Bir devlet politikası olarak Milli Savunma Sanayisini kararlılıkla ve tavizsiz şekilde 1986’dan itibaren geliştirmiş, bu anlamda “çok boyutlu” düşünmüştür. 1986 – 2012 arasına baktığımızda; İlk uçağımız (HÜRKUŞ) bu yıl sonunda uçuşlarına başlıyor, ilk denizaltımızı ürettik, kendi uydularımız var, yüksek hızlı trenler seferlerini yapıyor. 1986’da savunma  ihtiyaçlarımızın % 13’ünü karşılayabilirken 2012’de bu oran ( Başbakan’ın Sakarya Üniversitesi’nde verdiği bilgiye göre)  % 53’e ulaştı.  “Özgürlük ve Bağımsızlık Benim karakterimdir” diyen ve GENLERİNDE BU DUYGUYU taşıyan, CİHAN HAKİMİYETİ MEFKURESİ’ni hiç unutmayan (genetik şifresi gereği), YÖNLENDİRİLMESİ VE YÖNETİLMESİ zor bir ulus olan  Türkler durdurulmalı idi. Bu başarılamazsa YAVAŞLATILMALIDIR.

     NATO aracılığıyla ABD’nin en büyük silah alıcısı (yani en büyük pazarı) olan Türkiye kaybedilecekti, bu tempo ve düzen devam ederse..

Elbette bu;  teröre destek vererek, borsa ve bankaları kontrol ederek, rüşvet ve yolsuzluğu –gizlice- teşvik ederek, makam severleri etkili yerlere getirerek olurdu. Denendi, KISMEN BAŞARILI OLUNDU…

     Üzerinde daha da çalışılması gerektiği ajandaya yazıldı.

Türkiye’de doların hızla yükselmesi, borsadaki hızlı dalgalanmalar AK PARTİSİ Hükümeti’nin söylediği gibi “Ülkemize karşı yapılan ameliyatın” sonucu DEĞİLDİR. Doların yükselmesindeki asıl neden FED’inKARARLARIDIR. Fed  ALDIĞI KARARLA DÜNYADAKİ DOLARI BELLİ ORANLARLA TOPLAMAYA BAŞLAMIŞTIR. 2006’LI YILLARA KADAR DÜNYAYA 950( DOKUZYÜZ ELLİ) MİLYAR DOLAR SÜREN  ABD bu tarihten sonra  4-5 ( DÖRT-BEŞ) TRİLYON DOLAR SÜRMÜŞTÜ. Bunun sonucu dünyada dolar bolluğu yaşanmış, Türkiye’ye de bu dolarları bir kısmı girmişti. Merkez Bankası’ndaki 163 ( yüz altmış üç) milyar doların gerçek nedenlerinden birisi budur.

Şimdi ABD, FED kanalı ile dolarlara sınırlama getirince dolarla dünya ticareti yapıldığı için DÜNYA TİCARETİ DOLARA SIKIŞMAYA BAŞLADI. Bu nedenle de değeri yükseldi.

Türkiye’de borsanın % 63’ü, bankaların % 49’u yabancıların kontrolündedir. Bu durumun şöyle bir sonucu her zaman olabilir: Ekonominizin kontrolünü yabancılara KAPTIRABİLİRSİNİZ.  Piyasanızı  kontrolüne alan Ülke, Size ciddi problemler yaşatabilir.

İşte burada Atatürk dönemindeki Milli Ekonomi İlkesi’nin önemi ve değeri  YENİDEN HATIRLANMALIDIR.

Türkiye; Almanya, Fransa, İngiltere tarzı serbest piyasa modeline geçmek yerine T. Özal ve K. Derviş marifetleri ile  liberalizme geçti. Ancak Türkiye buna hazır değildi. Bu nedenle her alanda “vahşi kapitalizm” yaşandı, yaşanmakta..

Ülkemizde yaşanan dolar  ve borsa ile ilgili gelişmeler ekonominin kendi dinamikleri içinde düzelir. Türkiye’nin günlük siyaset ve olayları, rüşvet ve yolsuzluk operasyonu, yargı kurumlarının karşılıklı yazılı açıklamaları, AK PARTİSİ’nde yaşanan istifalar  ekonomiyi etkilemez.

Uluslar arası değerlendirme kuruluşlarının verdiği ekonomik notlarda bir değişiklik olmaması bu görüşümü doğrular niteliktedir.

     Türkiye’de 1938’den bu yana bütün  CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ  sıkıntılı olmuş, BİLEK GÜREŞLERİ YAŞANMIŞTIR.  İ. İnönü’den Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e kadarki süreci taradığımızda bunu hemen görürüz.

Ancak 2015 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi geçmişteki bütün seçimlerden farklı. Çünkü HALK SEÇECEK. Bu bir anlamda “Başkanlık Sistemi”ne geçiş demektir ve gelecekteki Türkiye- ABD ilişkilerini  şekillendirmek  bakımından ABD buna seyirci kalamaz.

1946 yılından bu yana Türkiye’yi her alanda ve anlamda  dizayn etmeye alışmıştır ABD. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş (DP’nin kurulması ve 1946 seçimlerine katılabilmesi), Eyalet sistemi tartışmaları, Türk Sinema Kanunu, İnsan Hakları ve demokrasi söylemleri, adına sivil toplum kuruluşları denilen ABD BÜTÇELİ  oluşumlar, Türkiye’de bilinç altına ISRARLA YERLEŞTİRİLEN  Türkiye’nin Çok Milletli ve Çok Kültürlü olduğu tezi, dinlerin diyaloğu (aslında Katolik Kilisesi’nin Ortodoks Kilise ile “yeniden  işbirliği’’ni  sağlamak için ortaya atılmıştı), sürekli değiştirilen Türk (!) eğitim sistemi, ABD’de eğitime alınan hakim ve savcılar projesi, Devletin her kurumunda bulunan UZMAN ünvanlı ABD’liler…

     Rockefeller’in değişi ile “Oltadaki Balık; Türkiye” . Balık oltadan kurtulmaya çalışıyor, fakat kurtulmamalı…

Yanıtını  vermeyeceğim bir soru soruyorum burada: 2014 Mart ayındaki  yerel seçimlerden sonra Türkiye’de neler yaşanabilir?

Gelelim Türkiye’nin içine:

Türkiye’de 17 Aralık günü F. Gülen eliyle bir operasyon yapıldığı (bu El’i kim kullandı??) gerçekçi görünmektedir. Ancak Hükümet niçin buna şaşırmıştır bunu anlamak mümkün değil. Daha önceki Hükümet – Cemaat işbirliğini hatırlayın:

TSK’ya karşı yapılan “operasyonlarda”  tam bir işbirliği,  HER BAKANLIKTA CEMAATTEN ATANANLAR, GENEL SEÇİMLER ÖNCESİNDEKİ kaset DAYANIŞMASI (Deniz Baykal istifa açıklamasını yaparken   “Pensilvanya’ya selam” diye tesadüfen söylememişti), Cemaatin alt yapısını oluşturduğu dershane ve okullarına TAM DESTEK,  ABD’ye her gidildiğinde mutlaka Gülen veya temsilcisi(!) ile görüşülmesi, Türkçe Olimpiyatları’nda Gülen’i övücü ve Türkiye’ye davet eden duygusal konuşmalar, Adalet ve Emniyet teşkilatlarındaki “Gülen”ci oluşum iddialarını dikkate  almamak.

Bir oluşuma ( onlar buna Hizmet Hareketi diyor, kime hizmet ediyorlarsa) bu kadar destek verir adeta Ülkeyi beraber yönetirseniz BU KADAR YETER dediğinizde “kazanım ve güçlerini devam ettirmek adına” SİZE OPERASYON YAPARLAR.

Kendi ABD’de (NİÇİN Müslüman bir ülke değilde ABD?), kolları Türkiye’de olan AHTAPOTUN elbette böyle bir sonucu olacaktı..

Başka bir boyutta şudur: Bizde bir söz vardır “Gavur’un ekmeğini yiyen, Onun kılıcını sallar”. Bir sözde Benden: “ABD sağmayacağı ineğe (teşbihte hata olmaz), ot vermez’’. Boşuna mı bunca yıldır korumaya alıp, Ülkesinde besledi..  Vaktinde Ruslara karşı Afganistan’da kullanmak için Usame bin Laden’i “kendi eliyle” yetiştirmemiş miydi ABD?

Sonuç olarak Hükümet açısından şunu söylemeliyiz: Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonunda MASUM  DİYEMEYİZ.  Rüşvet ve yolsuzluk söylentileri  (iddiaları) ÇOK UZUN ZAMANDIR VARDI.

“Harun gibi geldim, Karun gibi gitmeyeceğim”, Gemicikler,  “Oğlumun düğününde hediye edilen takılar”,  örtülü ödenekteki ÇOK BÜYÜK artış iddiaları, sahip olunan özel hastaneler iddiaları, yurt dışındaki bankalarda bulunduğu söylenen milyonlarca dolarlık hesaplar iddiaları………..   .

     İDDİALAR, İDDİALAR……..

     AK PARTİSİ  İLK DEFA gerçek anlamda BU KADAR SIKIŞTI(RILDI). Tam da yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi, genel seçimlerin peş peşe yapılacağı bir dönemde..

AK PARTİSİ yöneticileri Kur’an-ı Kerim’deki “İki Bağcı” anlatımını iyice okusalar ve ANLASALAR, İSTERİM.

Bunu niye mi söyledim? Malum İmam-Hatip’e özel ilgileri var, imam-hatip yaptırmak için  topladıkları bağışları ayakkabı kutusunda saklıyorlar..