Türkiye ilk defa 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra savunma, eğitim, sanayileşme, ekonomik ve mali kalkınma, ulaşım gibi alanlarda  uygulama ve politikalarını değiştirmeye başlamıştır. Özellikle 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı’nda “haklı’’ olmasına rağmen ABD’nin uyguladığı ambargo “gözünü’’ açmıştır.

1986’dan itibaren   iç ve dış  konularla ilgili tutumu daha da açık olmuş, önce  “yerli’’ olanı  tercih etmeye başlamıştır. Bu davranış biçimi devlet politikası olarak -bazen politik söylemler farklı olsa bile- günümüze kadar devam etmiştir. Bu durum ( ileride bir defa daha bu ifadeyi kullanacağız) “Olta’daki balığı’’ kaçırmak istemeyenleri  ( kendi çıkarları bakımından haklı olarak) rahatsız etmiştir.

2003 – 2014 yılları arasına baktığımızda Türkiye- ABD ilişkilerinde politik olarak görüş birliği içinde OLMADIĞIMIZ ,  farklı ortamlarda da -ABD’nin diretmesine rağmen- karşı çıktığımız konu başlıkları şunlar olmuştur:

ABD’nin İran’a ambargo uygulanması isteğine ( Almanya ile birlikte) karşı çıkılması.

BM’de alınan İran’a ambargo kararına petrol alımını azaltarak katılmakla beraber, “Uluslar arası şirketler yolu ile’’ Türkiye’nin mali olarak ambargoyu delmesi ( bu uygulamayı Almanya ve Fransa’da yaptı).

İran’la doğal gaz ve petrolle ilgili yaptığı yeni anlaşmalar( Türkiye doğal gaz ve petrol alıcısı bir ülke olduğu için bu durum anlaşılabilir aslında).

BM toplantılarında “Nükleer konusu” görüşülürken AÇIKÇA İran’ın yanında yer alınması. Türkiye   “ısrarla’’ müzakere sürecini destekleyip, ABD görüşlerine karşı çıktı.

Türkiye’nin savunma sistemi ile ilgili FÜZE ALIMINDA ABD ( Onlar NATO diyorlar. Oysa NATO demek herkesin bildiği gibi ABD demektir) yerine Çin’i tercih etmesi. ABD bunu şu anda dahi engellemeye çalışmakta. Çünkü çok önemli bir silah pazarını  kaybetmek üzere. Türkiye ise aynı kalitede olduğu için daha ucuz olan Çin’i tercih ettiğini açıkladı. Ancak burada önemli olan “ABD’ye rağmen’’ bunu demesi. Bu davranış biçiminin ABD’de yarattığı endişe  şu: Ya diğer Pazar ülkelerde ABD’ye dik dururlarsa?   “ABD istemezse bir şey yapılamaz’’ psikolojisine Türkiye’nin verebileceği  zarar mali kayıplardan çok daha önemli ve tehlikelidir.

Pkk terör örgütü ile AK Partisi Hükümeti’nin yaptığı görüşmeler  YÖNTEMİ İLE İLGİLİ eleştirilecek çok şey  OLSA BİLE Türkiye’nin 1984’ten bu yana yaşadığı her anlamdaki kayıplar ve bu kayıpların boyutları düşünüldüğünde ÇOK DEĞERLİDİR. ABD, Pkk’yı “TERÖR ÖRGÜTÜ’’ OLARAK İLAN ETMİŞSE DE ÖZELLİKLE 36. PARALELDE LOJİSTİK DESTEĞİNİ  ESİRGEMEMİŞTİR.  Ahlaki ve namuslu olmayan bu politikayı düşündüğümüzde yapılan görüşmeler tabiri caizse Onun planlarını yeniden YAPMASINA neden olmuştur. Çünkü Türkiye’deki  siyasi ortam bu tür görüşmelerin yapılmasını KOLAYLAŞTIRMIYORDU  (ŞUNU DA HATIRLATALIM; bdp’li  yöneticiler bu görüşmeler sırasında düzenli olarak A. Türk’ün başkanlığında ABD’ye ve L. Zana’da K. Irak’a gitmekteydiler.Sadece bu son cümle dahi terörün uluslararası boyutunu göstermeye yeterlidir).

ABD, Türkiye’de terörün bitmesini istiyor muydu? Bunun cevabı EVET’tir. Çünkü son 3-4 yılda Orta Doğu’da görülen değişmeler ABD çıkarları açısından terörden kurtulmuş bir Türkiye’yi gerektirmektedir. Ancak  görüşmeler öncesi ABD’nin terör örgütüne tutumu düşünüldüğünde Kendi istediği biçimde devam eden görüşmeler hatta sonuçlar ister ABD. Ve, “Yugoslavya Modeli bir  devlet sistemini’’ Türkiye’de  gerçekleştirmek için çok istediği  Türk – Kürt ayrışmasını başaramamıştır.   Deniz Gezmiş’in idam sehpasına giderken söylediği   “Yaşasın Türk ve Kürt Halkları’nın Kardeşliği’’  sloganının doğruluğu  ispatlanmıştır sanki.

Şu anda devam eden barış görüşmelerinden (resmi açıklamalarla görüşmeleri desteklediklerini söyleseler bile) ne kadar memnundur? Konu   ABD  OLUNCA NET YANIT BULAMIYORSUNUZ..

     Türkiye 1974’te yaşadığı ambargodan sonra MİLLİ SAVUNMAya  özel önem vermiştir. Dahasonra yaşanan gelişmeler Milli Savunma’yı geliştirmede itici rol oynamıştır.

Nedir bunlar hatırlayalım:

11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD’nin İslam Dünyası karşıtı politikası( G. W. Bush Haçlı Savaşları başlattığını ilan etmişti) sonucu Türkiye’ye yaptığı baskılar.

  1. Paralel’de pkk’ya yaptığı lojistik ve istihbarat desteği.

Irak’ın kuzeyinde KURDURDUĞU K. Irak Kürt Yönetimi.

01 Mart 2003’te T.B.M.M.’de İkinci Tezkere’nin reddedilmesi üzerine Türkiye’yi açıkça tehdit etmesi, özellikle 04 Temmuz’a denk getirilerek Kerkük’teki Türk Timi’ne yapılan baskınla (bir yüzbaşı, iki üsteğmen, sekiz astsubay)  yaşanan Çuval Olayı  ( 04 Temmuz 2008).  Özellikle dört temmuza getirilmesinin Türkiye’ye verdiği mesaj açıktır: Türkiye’yi Mart Tezkeresi’nden dolayı cezalandırmak     (emri veren Amerikalı  komutan Albay Mayville bu şekilde açıkladı), TSK’yı Türk Milleti’nin gözünde itibarsızlaştırmak  (ancak Çuval Olayı ABD Yönetimi’nin   Türkiye’de “sevilmemesinin’’ temel nedeni sonucunu ortaya çıkardı) .  Ayrıca “Biz istersek her zaman Sizin ordunuza saldırabiliriz’’ mesajı gönderilmiş oldu (Zamanın genelkurmay başkanı Hilmi Özkök’ün  Çuval Olayı’ndaki  ‘’ PASİF ÖTESİ’’ tutumu unutulmayacaktır elbette).

     Türkiye,  stratejik öneme sahip Kurumlarını kimsenin tahmin edemeyeceği süratte geliştirip, kuvvetlendirdi  ve Uluslararası arenada rekabet edebilecek güce ulaştırdı. ASELSAN, TAİ, HAVELSAN, USAŞ, ROKETSAN, MKE ayrıca TÜBİTAK. Bu arada daha önce sadece yurt içi çalışmalar yapan MİT artık Yurt Dışına yöneltildi.  Ulusal savunma ile ilgili bu gelişmeler endişe ile takip edilmiştir.

ASELSAN’ın dünya piyasasına çıkmak için talep ettiği kredi  ABD’li firmalarca kabul edilmemiştir. Çok karlı bir  yatırım olması GARANTİ olmasına rağmen ABD’li finans firması bu teklifi  niçin reddetmiştir?  Açıkça kimse ifade etmese de bu reddin arkasında ABD yönetimi vardır.  Yani ABD, ASELSAN’a ambargo uygulamıştır. Ancak bunun yaşanacağını bilen ASELSAN yöneticileri elbette tedbirlerini almıştı.

2013’e geldiğimizde  yukarıda  bir kısmının adlarını verdiğimiz kurumları ile Türkiye 1974’ten bu yana iyi çalıştığını göstermiştir.  Üstelik  askeri teknolojide ihracat yapabilecek güce ulaşan Türkiye elbette silah sanayisinin baronlarını rahatsız etmiştir…

Türkiye, Orta Doğu ve Afrika ile ilgili geleneksel dış politikasını değiştirmiştir. “Yurt’ta sulh, Cihanda sulh’’ şeklinde özetlenen dış politika esasen KASITLI OLARAK YANLIŞ yorumlanmıştı.

Etrafındaki hiç bir olayla ilgilenmeme,  Kendi Kabuğu içinde kalma şeklinde kabaca özetleniveren  dış siyaset yapılmakta idi.

O kadarki, İran Şahı R. Pehlevi Afşar Türkleri’ne toplu katliam uygularken, Irak’ta S. Hüseyin;  Kerkük, Musul, Süleymaniye, Erbil , Telafer Türkmenlerine   1980-2003 yılları arasında devlet politikası olarak büyük baskılar yaparken görmezden gelinmiştir.  Buna  en hafif değimi ile rezillik, sünepelik, korkaklık denir ve yurtta sulh, cihanda sulhun anlamı da bu değildir.

Yeni dış politika ile özellikle Afrik’ya doğru açılım yapılmış, bu arada BRİCH  ve Şanghay Sözleşmesi’ne dahil olunmak istenilmiş, ( ABD, Türkiye’nin Şanghay Sözleşmesi’ne ‘’ gözlemci olarak katılma isteği’’ne dahi sert tepki gösterdi) en son  Ocak 2014’te Rusya Federasyonu’na  Şanghay Sözleşmesi isteği  basın önünde tekrarlanmıştır.

     Afrika’ya açılma, Orta Doğu’da etkinliğin artması, BRİCH ve Şanghay Sözleşmesi ile ilgili tutumlar ABD’de elbette kızgınlık ortaya çıkardı.

HOLİZM, 2. Körfez Harekatı’ndan sonra ABD’nin iç koşulları gereği başlattığı yeni uygulamadır. 2. Körfez Harekatı’ndan sonra Amerikan halkı büyük kayıplar nedeniyle PENTAGON’a karşı protestolar başlatınca şöyle bir politika başlatıldı: Bundan sonra müdahele edilecek ülkeye Amerikan askeri gitmeyecek. Ya o ülke içindeki muhalifler savaştırılacak veya en yakın komşular askeri müdahelede bulunacak. Yani ABD kazanacak fakat Amerikalı ölmeyecek  ( 1. Dünya Savaşı’na İngiltere, 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği  böyle yapmışlardı.  İki  ülkede savaşlarda vardı fakat cephelerde  ölenler  İngiliz veya Ruslar değildi).

Özellikle Afganistan’a muharip sınıftan Türk askeri gönderilmesi için Türkiye’ye her zaman ve ortamda baskılar yapılmasına rağmen Türkiye, Afganlılara karşı çatışmaların içine SOKULAMADI. İşin aslı ABD çıkarları için Türk ASKERİ  Afganistan’da  NİÇİN ölsün.

İsrail _ Türkiye ilişkilerindeki sıkıntılı durum ABD’nin diğer önemli sorunudur. Her iki ülke de    Kendi çıkarları bakımından stratejik  öneme sahiptir. İkisi arasındaki problemler NATO’nun gücüne zarar vermekte.   İsrail savaş uçakları askeri eğitim yapamamaktadır( Kendi toprakları  savaş uçağı eğitimi için yeterli büyüklükte değil).  Ayrıca ABD ve İsrail’in birlikte yürüttükleri İSLAMOFOBİ karşısında en güçlü engel Türkiye’dir.

Yahudi Lobisi’nin mevcut ABD yönetimine baskı yaptığını tahmin etmek zor değildir.

1986 _ 2013 yılları arası değerlendirildiğinde   “KLASİK’’    Türkiye_ ABD ilişkilerinin değiştiğini görmekteyiz.   ABD açısından Türkiye’yi kontrol etmek  1947 – 1986 arasında olduğu gibi kolay  değildir (  Türkiye’nin ABD güdümüne girişi 1947’de başlamasına rağmen genel söylem  NATO’ya girişle ( 13 Şubat 1952) başlatır. Ancak NATO’ya girişin ‘’ ön hazırlıkları vardı..

1986 sonrası Türkiye elbette ABD’yi dikkatle gözlemektedir. Ancak  ‘’ Olta’daki Balık’’ eskisi gibi uysal değil..

Bu durum ABD çıkarları bakımından ( Kendi açılarından haklı olarak) istenilen bir gelişme değildir.

ABD BU DURUMA GÖZ YUMAMAZ…

     Sıraladığımız on bir maddeden sonra  AK PARTİSİ’ne ÜÇ SORU SORMAK GEREKİYOR:

  1. ‘’ Önceden başlayan’’ 17 Aralık 2013’te gün yüzüne çıkan   “operasyonu’’ kim, kimin desteği      ( isteği) ile yaptı?
  2. Siz, 2003’ten bu yana F. Gülen cemaatının  “Devlet İçinde Örgütlenmesine’’  ( bu ifade Başbakan’a ait) fırsat hatta  İZİN VERDİNİZ?  NİÇİN? 
  3. Yargı mensuplarının  YAPTIĞINIZ ANLAŞMA İLE ( 2007)  ABD’de eğitime alınmasına  niçin onay verdiniz?

     ABD’de eğitim gören  emniyet ve yargı mensuplarının sayısı nedir?  Kaç tanesi Gülen cemaatine dahildir?

Türkiye’nin çıkarları ile ilgili 1974’te başlatılan 1986’da her alanda  geliştirilen anlayış ve değişiklikleri   devam ettirirken  ‘’ ABD,  Gülen’i niçin Ülkesinde tutuyor’’  diye  Kendinize sormalı , GEREKLİ TEDBİRLERİ ALMALIYDINIZ.

  1. Gülen’e bu kadar geniş hareket alanları bırakırsanız hatta “Yönetime ortak gibi’’ konuma yükseltirseniz    “AĞIRLAYAN ÜLKE”   _ gerek gördüğünde_  elbette Gülen cemaatini değerlendirir ve uygun  zamanda  “operasyon’’ yapar.  Boşuna mı  “elinin altında’’ tutuyor???

      17 Aralık’ta  ANLAŞILAMAYAN bir durumda şu oldu: Türkiye yolsuzluk tartışmaları yaparken K. Kılıçdaroğlu ile ABD’nin Büyükelçisi İstanbul’da buluştular.  İki siyasetçiden birisi ( özellikle K. Kılıçdaroğlu) GÖRÜŞMEYİ   ‘’ Türkiye’nin gündemi  bir araya gelmeye  UYGUN DEĞİL’’  diyerek iptal edebilirdi.  Ancak ‘’ daha önceden kararlaştırmıştık’’ açıklamasını yaptılar.  Büyükelçi mesaj mı verdi Hükümete? Malum politikada mesajlar DAHA ÇOK  davranışlarla VERİLİR!!!  Aralarındaki görüşmeden sonra F. Loğoğlu  ile K. Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları neden AYNI DEĞİLDİ???  Basın’da da bu konu ilginç biçimde hiç konuşulmadı ( belki de Ben komplo teorisi kuruyorum bu  görüşme ile ilgili).

“17 Aralık dış operasyondur’’    görüşünüzü doğru  varsaysak bile  BUNUN  bir gün mutlaka OLACAĞINI nasıl bilemezsiniz?   ‘’Devlet adamının hata yapma lüksü  yoktur “GERÇEĞİNİ  danışmanlarınız Size hatırlatmadılar mı?

     AK Partisi_ Gülen cemaatı bilek güreşi ilk defa MİT Müsteşarı H. Fidan konusunda ortaya çıkmıştı. Ancak Hükümet,  Müsteşarını  cemaata yedirmemişti. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu ciddi bir yumruk olmuştur.

Çünkü, ne bir bakanın kolundaki yedi yüz bin dolarlık hediye saatin ne de  diğer bakanın  oğlunun evinde bulunan para sayma makinaları ve para kasalarının açıklaması yapılabilinmiştir. Ayrıca başka bir bakanın istifa ederken yaptığı açıklamalara cevap veril(e)memiştir  ( gerçi bu bakan daha sonra ÖZÜR AÇIKLAMASI yaptı. Fakat ikna edildiği şeklinde  yorumlandığından  inandırıcılıktan çok uzak olduğu gibi bu şahısa ciddi itibar kaybettirmiştir).

      Şu soru  yanıtını ALAMADI:  Hükümete, cemaat marifeti ile dış operasyon yapıldığını  doğru kabul etsek bile para sayma makinelerini, para kasalarını bu güçler mi yerleştirdiler? Yedi yüz bin dolarlık saati dış güçler  ZORLA MI  Bakan’ın   koluna taktılar?

Halkın büyük çoğunluğunun KANAATİ “yolsuzluk yapıldığı’’ şeklindedir( Kanunlarımız ‘’ devam eden adli bir olayda’’  sonucu etkileyecek yorumları yasakladığı için ancak genel kanıyı yazabilmekteyim).

     Yolsuzluk iddialarını sadece ‘’ cemaatın organizasyonu olduğu ve dış güçlerin oyunu’’ şeklinde açıklamak Halkımızdaki  olumsuz kanaati YOK ETMEMEKTEDİR.  Ayrıca valilerin yerlerinin değiştirilmesi,  emniyet ve yargıda yapılan tayinler cemaatin gücünü BİTİRMEYE YÖNELİK görünsede SANKİ  yolsuzluk iddialarının üzerinin ÖRTÜLMEYE ÇALIŞILDIĞI izlenimi   vermektedir.

2014 Mart’ındaki genel seçimlerde AK Partisi  % 40’ın çok altında bir oy toplarsa Parti içinde ciddi sıkıntılar başlaması büyük olasılıktır. Çünkü AK Partisi “henüz’’ kitle partisi DEĞİLDİR. 2002’DE C. A. Gül, M. Elkatmış, B. Arınç, R. T. Erdoğan gibi şahsiyetlerin KARİZMASI  ile Halktan YOL ALMIŞTIR. Kökleri  istenilen derinliğe inmiş değildir.   Geçmişte  ‘’ o  dönemdeki  siyasi ortamla oluşmuş’’  HDP, ANAP, DYP, DSP gibi siyasi  partileri  bugün hatırlamakta fayda var.

     AK Partisi  hedef olarak açıkladığı % 40’ı bulursa Recep Tayyip Erdoğan’ın USTAlığı Halk tarafından ONAYLANMIŞ demektir.  Bu sonuca  “ulaşmak veya ulaşamamakta’’  Cumhurbaşkanı  A. Gül’ün  ETKİSİ / katkısı BÜYÜK OLACAKTIR.

     Mart 2014 yerel seçimleri bu nedenlerle AK Partisi,  Cemaat, dış güç(ler)  için  “SADECE YEREL SEÇİM’’ DEĞİLDİR.