“Oh be !’’ dedi hastaneye yattığında. “Nihayet dinlenebileceğim’’.

Çok uzun yıllar boyunca ilk defa ama gerçekten ilk defa yatıyordu. “İyi ki hastalandım” diye düşündü.  Sanki sevinmişti bu duruma.

“Bir Ben varım, birde kendim,  bakalım neler anlatacak bana’’  dedi kendi kendine. “Birde şu sağ yanımdaki ağrı olmasa’’.

Böyle düşünürken ağır ağır kapandığını hissetti gözlerinin. Hiç istemiyordu oysa, fakat engel olamıyordu. Derken uyku ile uyanıklık arasında kalıverdi. Oysa beyni nin son hızla çalıştığını hissediyordu.

“Çok çalışmak zorunda kaldık, çok sıkıntı çektik’’ diye düşünürken yıllar öncesine gidiverdi. Gerçektende zaman ve mekan kavramları soyut şeylermiş’ diye söylendi.  Bedeni burada idi  beyni  on iki – on üç yaşlarına  uçmuştu fark ettirmeden, tam  1975’e.

O zamanlar tahtadan üretilen,  sana yağı kutusundan yaptığı boya sandığını hatırladı. Yanında da kardeşi vardı. Özenle  elinden geldiğince güzel yapmıştı sandığı. İskitler semtinde Kazık İçi Bostanları denilen yerdeki at tavlasının tam karşısına kurdu tezgahını,  SAĞ YANINDA  DA  KARDEŞİ.   İşte ilk müşteri geldi koydu boyaması için ayakkabısını sandığının üstüne, sandık sağa sola sallanıp yıkılıverdi… Bu Onun ilk hayal kırıklığı idi hatırladığı. Güzel yapmıştı boya sandığını ama sağlam olmamıştı. İki kardeş öylece bırakıp sandığı eve dönmüşlerdi  fakat  kimseye bir şey anlatmamışlardı.

Beyni birden 1995’lere zıplayıverdi. Nasıl da kötü yaşıyordu.  Evliydi, bir oğlu vardı ama düzensiz, huzursuz, öfkeliydi. Herkese her şeye öfkeliydi.  Etrafındakilerse hep suçluyorlardı. Annesi, karısı, akrabaları… Ama hiç sormuyorlardı niçin böyle yapıyorsun? Bir kişi hariç…

Oradan beyni  1998 yılına hopladı. “Sanki oyun oynuyor düşüncelerim benimle bugün” dedi; tebessüm etti belli belirsiz. Yeğeninin sünnet düğününde idi.  Doğrusu güzel bir düğün olmuş, yıllar sonra ilk defa bu kadar eğlenmişti. O günkü kadar neşeli hali çok ender olmuştu. Hintli Prens kıyafeti giyen yeğenine çok yakışmıştı raca elbisesi.  Gözleri yarı açık gülümsedi. Hayalinde O’da el salladı, sevgiyle baktı  yeğenine.

Tam o sırada ’vizit’ için doktor geldi odaya. Garip garip bakan,  gözleri yarı kapalı gülümseyen bir hasta. “Hasta psikolojisi herhalde’’ diye düşündü, gülecek mi üzgün mü karar veremedi. “Herhalde üzgün. Evet, mutlaka öyle. Niye gülümser gibi o zaman. Tuhaf,  çok tuhaftı”.

-“Bir saat sonra……tetkikleriniz yapılacak. Ben saat 3’te tekrar gelirim, geçmiş olsun” dedi ve çıktı doktor.

“Nihayet gitti’’ diye düşündü, gene geçmişine döndü. “Çok çalıştık, çok sıkıntı yaşadık” . Kaç yıldır günde 16-17 saat çalışıyordu? Yanıtını kendi de bulamadı. Hem de kötü, iğrenç mekan ve ortamlarda. Üstelik hala herkes sızlanıyor,  şikayet ediyor,  nankörlük yapıyorlardı ve kimse demiyordu; “daha ne yapsın? Sızlanıp duruyorsunuz da, Siz, Onun için ne yaptınız veya yapıyorsunuz?” Bir kişi hariç…

Sadece o takdir edip anlıyor, etrafındakileri uyarıyordu ama ona sorsa demezdi böyle davrandığını. Zaten hiç bir şey demezdi. Bir şey sorsan mutlaka cevaplardı. Fakat istemezse dakikalarca konuşur gerçekte ise hiçbir şey anlatmazdı.

İşte gene çalışıyordu.  Günde 16-17 saat.  Bir farkı vardı, şimdi çalıştığı yer kendisinindi. Fakat susmadı etrafındaki zırıltılar, hatta daha da arttı. Bu sefer katılanlarda vardı “Şikâyet senfonisine”. Karısı neyse de diğerlerine ne oluyordu?  Karısı, tam 22 yıldır “ çok şeyi paylaşamadıkları” eşi.  Gözleri biraz daha aralandı, kardeşi geldi aklına birden  -aslında ikisinin de aklından hiç çıkmamıştı diğeri ya, neyse –  ve onun karısı da geldi aklına. “Gelinim”  derdi yengesine, severdi Onu, takdirde ederdi.  “Karısı ve yengesi layık oldukları insanlarla mı evlenmişlerdi’’ yoksa  “müstahak oldukları değil miydi”  iki kardeş?  Şaşırdı kendi kendine “Bu nasıl soru Oğlum?”

Sıkıntı kapladı içini annesi gelince aklına “Üzülecek gene benim yüzümden” diye düşündü. Sadece iki kişinin sızlanmalarına tahammül edebilirdi gerçekte ötekileri hiç ciddiye almaz, uzatırlarsa kızardı. Birisi annesi öteki kızı. Kızı da bilirdi bunu, ne kaprisler, şımarıklıklar yapardı babasına. Görenleri kızdıran davranışlarını sürdürürdü. “Benim Babam Bana kıyamaz’’ ı kullanırdı sonuna kadar.

Kendisine sızlanmayan tek “O’’  vardı.  Sorarlarsa fikrini söylerdi de kendisi anlatmazdı. Bunu bilirdi ya, onun için çok nadir sorardı. Çok şeyler söyler  fakat aslında hiç bir şey  demezdi.. Gülmezdi de.  Şöyle bir tebessüm ederdi en çok.  Aklı hep başka bir yerde sanki düşünceleri ile birlikte… Nerede acaba?  Kimle…?

Bir anlatsa,  çözülse.  Çözülmez ki istediğiniz kadar uğraşın, İskender’in İpi sanki.  Kim çözebilir, sadece kendisi bilir, susar…. Bizimle paylaşmaz.

Düşünceleri başka vakit ve yerde gözleri açıkken  ‘vizit’ e geldi doktor.  İlk geldiğinden tek fark ’’biraz daha açık duran gözleri, gene gülümsüyor.

“Bu kadar büyütmeyin……Bey ,hastalığınızı.  Biz burada ne vak’alar gördük’’ diye konuştu, karşılık alamadı. Yarın sabah dokuzda karar vereceğiz nasıl bir tedavi yapacağımıza, sabahleyin görüşürüz, iyice dinlenin bu gece, fazlada dolaşmayın’’.

Belli belirsiz bir kafa sallama idi aldığı “tamam efendim’’ manasında.

Birden anlayıverdi içindeki sıkıntının nedenini. Yıllardır çok çalışmış, düzensiz yaşamış, berbat ortamlara girip çıkmıştı. Sataşacak bela aramış, en yakınındakilerle bile geçinememişti. Hep şikâyetler duymuş, istekler bitmemişti.  Herkes kendine göre bir şey istiyordu Ondan.  Annesi, karısı, oğlu, iş arkadaşları, akrabaları….vs.

Hep istiyorlardı “iyi baba, iyi oğul,  iyi koca, iyi arkadaş, iyi çalışan, iyi, iyi, iyi…’’. Fakat kimse sormuyordur Ona ; “Sen ne istersin?”  ve demiyordu kimse “İstiyorum ama Ben, Senin istediklerini karşılıyor muyum?  Ne verdim de neyi istiyorum?”  Ver, ver, ver…

Aniden karşısına çıkıverdi gerçek: “Ne kadar yalnızım”.

Hafakanlar bastı her yanını, sıkıldı, sanki kafasını mengeneyle sıkıştırıyorlardı.  Bunaldı,  sırılsıklam oldu, Sağına dönecek oldu ağrıdan dönemedi.

İşte tam o anda bir ses duydu kapının önünde:

-“Burada senin hasta, Reis’’.

Dağılıverdi bütün sisler, güneş bütün parlaklığıyla aydınlatıverdi ruhunu.  Ona niye reis diyorlar hala eski arkadaşları, bilmiyordu.  Sorsa anlatmaz, söyler gibi yapardı.

Bildiği tek şey “ sıkı ülkücü’’ idi.

Ve işte girdi odaya; kollarını açmış,  gülerek sarıldı… O’da Ona güldü ciğerlerindeki  “zaten yetersiz olan bütün oksijeni”  boşaltarak:

“- Hoş geldin,  Reisim”.

1975’i HATIRLAYIVERDİ.  Sağ yanı da ağrımıyordu şimdi.