HOLİZM, Libya, Suriye, İran derken Sırada Türkiye’mi var…???

27 Mayıs 2009 ile 5 Ekim 2011 tarihleri arasında Kendi sitemde kaleme aldığım 33 (otuz üç) yazı ile kısa ve uzun zamanlı süreçte Ülkemizin nasıl bir gelecekle karılaşabileceğini ifade etmeye çalıştım.

16 Kasım 2011 tarihine geldiğimizde ortalama iki buçuk yıllık gelişmelerin Beni haklı çıkardığını görüyorum ve bundan hiç mutlu değilim. Bu yazıda 15 Kasım tarihli dört önemli gazetecinin fıkralarını buraya alıyor ve bu yazının SONUÇ CÜMLESİNİ en başa koyuyorum;  Türkiye ‘’ Kendine biçilen rolü oynamaktadır’’.  Oysa İSTİKLAL ve BAĞIMSIZLIK BENİM KARAKTERİMDİR diyen bir lideri YENİDEN hatırlarsak;  beyin ve ufuk anlamında NEREDEN NEREYE diye düşünmeli fakat sadece düşünmekle KALMAMALIYIZ…

Demek ki, BOP, Globalizm (Küreselleşme), Arap Baharı, Ulusçuluğun Kabilecilik düzeyine indirilmesi, Üniter Devlet Anlayışının SÜREKLİ YIPRATILMASI birlikte değerlendirildiğinde;  Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyadaki gelişmeler,  değişen dengeler ve – fakat- daha çok ONURSUZ nedenlerle TAM BAĞIMSIZLIĞINDAN ÖNEMLİ kayıplar vermiştir. Tamda burada İKİ SORU SORMAK gerekiyor: 1. Bu sürecin sonucu nereye gider?  2.  Sıfır sorunlu dış politika derken şimdi Türkiye niçin Kendi istediği rolü DEĞİL DE “başkalarının biçtiği rolü’’  oynamaktadır? İşte asıl sorular bunlardır!

Fikret Bila’nın 15 Kasım 2011 tarihli Miliyet Gazetesi’ndeki yazısı:

Türkiye’yi taşıyan kolonlar ne durumda acaba?

Depremler “kolon” gerçeğini gözler önüne serdi.   Taşıyıcı kolonları sağlam olmayan binalar yıkılıyor.

Devletler de öyle. Taşıyıcı kolonları hasar görenler ayakta durmakta zorlanıyor. Acaba Türkiye’nin taşıyıcı kolonları ne durumda? Acaba bunu ölçecek bir teknoloji var mı?

Kolon hasarı

Türkiye Cumhuriyeti’nin üç kolon üzerinde inşa edildiğini biliyoruz:

Laik devlet, üniter devlet ve ulus devlet kolonları.

Uzun süreden beri kolonlar kesilmeye çalışılıyor. Hasar olduğu da muhakkak ama hasar tespiti yapılmış değil.

Ulus devlet kolonuna vurulan her darbe üniter devlet kolonunu da zayıflatıyor. Ulusal birlik hedefte.

Türkiye 30 yıla yakın süredir teröre dayalı ayrılıkçı bir hareketle karşı karşıya. Karşı ulus süreciyle, tek uluslu değil iki uluslu bir devlete dönüştürülmeye çalışılıyor. Sorunun bireysel hak ve özgürlükler, anadilin, kültürün yaşanması, yaşatılmasıyla sınırlı olmadığı çoktan anlaşıldı. Bu yönde atılan hiçbir adımın terörü ve siyasi talepleri bitirmemiş olması da bunu gösteriyor.

Kültürel farklılıklar bir bütünü zenginleştirmenin değil, ayrıştırıp, parçalamanın aracı olarak kullanılıyor. Bu tavırla barış içinde bir arada yaşama söylemi birbirini tutmuyor. Türkiye’nin taşıyıcı kolonlarından biri olan ulusal birliği zayıflatmak için her şey yapılıyor.

Acaba üniter devlet, Güneydoğu’da özellikle bazı illerinde fiilen işliyor mu? Devletin tüm kurumları çalışabiliyor mu, işlevini yerine getirebiliyor mu? Sağlamlık testine bu sorulardan başlanabilir.

KCK’nın işlevi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın KCK’ya “paralel devlet” derken kastettiği, bu konular olmalı. PKK, KCK eliyle kendine göre “devlet kurumları” oluşturmaya çalışıyor. Anayasası, yasama organı, yargısı ve silahlı gücüyle…

Hiçbir devlet, içinde bir devlet kurulmasına seyirci kalmaz. Her devletin kendini koruma refleksi ve bu refleksi gösterecek kurumları vardır. Buna demokratik devletler de dahildir. Demokratik devletlerde bu işlevi anayasa mahkemeleri veya anayasayı koruma kurumları başta olmak üzere yargı erki görür.

KCK’ya yakından bakılırsa, sadece Türkiye’yi değil Irak, İran ve Suriye’yi de kapsayan bir faaliyet alanı olduğu ve bu dört ülkeden koparılacak parçalarla kurulacak Büyük Kürdistan devleti projesinin çatı örgütü olduğu görülecektir. Öcalan’ın ve sözcülerinin zaman zaman gündeme soktukları “demokratik konfederalizm” dedikleri de budur.

Katı bir Kürt milliyetçiliğiyle “demokratik konfederalizm” nasıl bir araya gelir sorusu ayrı bir tartışma konusudur da konumuz şimdi bu değil.

Kapıyı çalarlarsa

PKK, terörü tırmandırarak projesine zemin hazırlamaya devam edecektir. Bölgedeki konjonktürden de yararlanmaya çalışacağı, sorunu uluslararası boyuta taşımak için gayret göstereceği de açıktır. Ortadoğu’daki gelişmeler buna uygun bir ortam da yaratabilir.

Türkiye toplumsal ve siyasal yapısını güçlendiremez, Kürt vatandaşlarını ulusal ve kültürel bütünlüğü tamamlayıcı biçimde sisteme katamazsa, fırsat bekleyenlerin de katkısıyla değişik yerlere savrulabilir.

Ortadoğu’daki rüzgâr, bir gün, Ankara’nın kapısını da başka yöntem ve taleplerle çalabilir. O gün geldiğinde Türkiye’nin taşıyıcı kolonları sağlam olmalıdır.

Hüsnü MAHALLİ’ nin 15 Kasım 2011 tarihli Akşam Gazetesi’ndeki yazısı :

El insaf!

 Kurulduğu 1945 yılından bu yana Arap Birliği Örgütü (ABÖ) Arap sorunlarının çözümüne yönelik hiçbir işe yaramadı. Kurulduğunda İngiliz sömürgeleri olan Körfez ülkeleri şimdi de ABÖ’yü ABD’nin talimatı ile çalıştırıyor. ABD emretti, Arap ülkeleri Suriye’nin üyeliğini askıya aldı… Oysa 2 Kasım’da Şam ile ABÖ arasında yapılan anlaşma gereği ABÖ’den bir gözlemci heyet Suriye’ye gidecek ve tüm bölgeleri dolaşarak rapor hazırlayacaktı. Yine anlaşma gereği bu heyet döndükten sonra ABÖ, Suriye yönetimi ile Suriye muhalefetini Kahire’de bir araya getirecekti. Bu süre içinde Şam yönetimi askerleri kentlerden çekecek ve yabancı gazetecilerin girişine izin verecekti. Şam yönetimi yükümlülüklerini yerine getirirken ABÖ heyet göndermedi ve rapor hazırlamadan olağanüstü toplandı. Tüzüğe aykırı olarak Suriye üyeliğini askıya alan ABÖ bu kararı bile Arap coğrafyasının geleceğini ABD ipoteğine verdi. Toplantının detaylarını burada aktarmanın bir anlamı yok ancak tekrar söylüyorum; ABÖ daha önceki konumunu pekiştirerek tipik bir Amerikan kurumu olarak davranmıştır. Çünkü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, 2 Kasım anlaşmasından hemen sonra Suriye’deki gruplara ”Sakın silahlarınızı bırakmayın ve yönetime karşı silahlı mücadelenizi artırın”  demişti. Peşinden Fransız Dışişleri Bakanı Alain Juppe ”ABÖ-Şam anlaşması ölü doğmuştur” diyecekti. ABÖ Dönem Başkanı Katar Başbakanı ise Suriye’ye verilen süre dolmadan örgütü toplantıya çağırarak büyük komploda başrole talip olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Oysa Suriye’de demokrasi isteyen Şeyh Hamed ülkesi Katar ve diğer körfez ülkelerindeki Amerikan üslerini ve demokrasi adına hiçbir kavram ve kurumun olmadığını unutacak ve unutturacak kadar unutkandı. Nasıl olsa babasına darbe yaparak iktidara gelmiş ve petrol ve gazın dolarları ile her şeyi satın alabileceğini düşünüyor. El insaf… Rezillik olur da bu kadarı fazla. Bu coğrafya pis oyunlara alışık ama bu böylesi ilk kez oluyor. 1917’de bu coğrafyanın haritalarını çizen emperyalist ülkeler şimdi farklı bir hesap peşindeler. Ama araçları aynı. Çünkü bu coğrafyada İngilizler tarafından Osmanlı’ya karşı ayaklandırılan Şerif Hüseyin benzerleri oldukça bol. Olup bitenler çok büyük bir oyunun birer perdeleridir. Hedef Suriye değildir. Hedef Suriye ile birlikte İran, Irak, Lübnan ve Filistin’dir. Bu hedefler 12’den vurulduğunda sıranın kime geleceğini o günkü koşullar ve pazarlıklar belirleyecektir. Türkiye asla bu sıralamanın dışında bırakılmayacaktır. 100 yıl önce olduğu gibi bugün de Batılılara göre ”Büyük Balık ” Türkiye’dir. Oltaya gelmesi ve hep bu oltada kalması için Türkiye’nin etrafındaki tüm ‘dost ve kardeş’ balıkların ağa alınması gerekmektedir. Böyle olmasaydı Batılılar demokrasi kriterlerini kendilerine göre belirlemezlerdi. Katar, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki Amerikan işbirlikçisi Arap ülkeleri çağdışı, gerici ve karanlık ülkelerdir. Bu ülkelerle ‘demokrasi’ ortak paydasında bir arada olmak onurlu ve çağdaş Türkiye’ye yakışmaz. Atatürk’ün halk ile birlikte kurduğu Türkiye Cumhuriyeti olumlu-olumsuz tüm özelliklerine rağmen siyasal ve toplumsal kurum ve kurulları ile bu çağdışı ülkelerin safında olmamalıdır. Türkiye; Suriye’de demokrasi istiyorsa bunu doğru ve haklı bir şekilde son yıllarda yapmaya çalıştığı gibi diyalog ve ikna ile yapmayı sürdürmeliydi. Demokrasi Amerikan talimatı ve planları ile hemen asla olmaz. Olur gibi gözükse de bu mutlaka kısa vadeli olur. Mısır, Tunus ve Libya’ya demokrasiyi getirenler aslında 30-40 yıldır o ülkelerdeki faşist, anti-demokratik ve ruh sorunları olan iktidarları korumuş ve onlara her türlü desteği vermişti. Demokrasi ile seçilen ABD başkanları hep başka ülkeleri işgal ederek milyonlarca insanı öldürmüşlerdir. Demokrasiyle seçilen Avrupalı liderler ülkelerini iflasa sürüklüyor. Yakın tarihe bakanlar pis kokan demokrasilerin ne işe yaradığını görebilir.  Demokrasi öncelikle insanların beyin ve ruhunda olmalıdır. Bunun koşulu ise onurlu özgürlüktür. Onurlu özgürlük bacadan giren Noel Baba’nın hediye çuvalından asla çıkmaz. Çuvaldan çıksa çıksa kandırmaca oyuncakların bulunduğu kırmızı kurdeleli kutular çıkar. Merak edenler kutularını açar bakarlar.

Akif Emre’nin 15 Kasım 2011 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’ndeki yazısı :

 Bedeli Suriye olmasın!

Suriye’nin geleceği Suriyelilere bırakılmayacak kadar uluslararası boyut kazandı. Başından beri uluslararası çıkar ilişkilerinden, stratejik hesaplardan bağımsız değildi zaten. Olaya ilişkin yorumlar her geçen gün, Suriyelilerin nasıl bir ülkede yaşamak istediklerinden çok kimin nasıl bir dengede yer alacağı sorusuna verilmiş cevaplar yığınına dönüşüyor.

Yeni Ortadoğu’yu şekillendirecek kurucu unsurun “Arap baharı” ve ülkelerinin geleceğinde söz sahibi olacak devrimci uyanıştan çıkacağı tezinin ne kadarının gerçekçi (temenni) ne kadarının propaganda ürünü olduğu sorusunu bile bu aşamada çok anlamlı buluyorum.

Suriye’de Esad yönetiminin göstericilere karşı “sivil insan avına” dönüşen tepkisi ülkeyi kan banyosuna çevirmekle kalmayıp iç çatışmanın eşiğine getirdiğine dair emareler hayli fazla. İlk akla gelen Libya örneğinde olduğu gibi Suriye’ye yönelik NATO destekli bir müdahale. Ne var ki Amerika başta olmak üzere ne Batılı ülkelerin ne de BM’nin bu yönde hemen harekete geçecekleri yönünde bir işaret ortada görünmüyor.

Buna paralel olarak İran karşıtı kampanyanın birden bire artması, hatta nükleer tesislerin ne zaman vurulacağına dair tarih bile verilmeye başlanması hayli dikkat çekici. Dikkat edilirse Suriye’de gerilimin yükselmesi ile İran üzerindeki baskının bir anda artması arasında hiç de tesadüf olmayan bir eşzamanlılık var. İsrail başta olmak üzere Amerika ve İngiltere İran üzerine her anlaşmada baskıyı artırırken Türkiye’nin de Suriye karşısında benzer bir rolde baskı uygular görülmesi elbette bir tesadüf değil. Bir yanda İran’ı vurmaktan bahseden Batı, diğer yanda her gün göstericilerin öldürüldüğü sürecin çoktan geçilip iki tarafın da silahlı çatışamaya doğru hızla ilerlediği bir Suriye görüntüsü. Suriye’de kan akıtıldıkça aslında İran üzerindeki baskı daha da artıyor ve adeta İran’ı İsrail eliyle vurmayı meşrulaştıracak bir ortam oluşturuluyor. Suriye üzerinden bölgede muhtemel tehlikeli gelişmeleri mümkün kılacak ortamın olgunlaşması isteniyor adeta.

Bu süreçte Ortadoğu ve özelde İsrail, İran gibi doğrudan Amerika’nın stratejik ilgi alanına giren bölgede Suriye konusunda adeta zamana oynayan bir tavır takınılması nasıl yorumlanmalı? Bu denklemde Türkiye’nin yerinin ne olduğu sorusu, Türkiye’nin Suriye karşısında aldığı tavrın izahını da mümkün kılacak bir yüzleşmeyi gerektiriyor.

Yüzleşilmesi gereken soru şu; Türkiye Amerika’nın itelemesiyle mi Suriye’ye karşı tavır alarak sertleşti? Açık biçimde şunu teyit etmek gerekir ki Türkiye, ne Suriye’de kan dökülmesini ne de diplomatlarını ve görevlilerini çekecek kadar sertleşmeyi hiç istemezdi. Ne var ki, Suriye’deki olayları iç meselesi olarak gördüğünü ilan edecek kadar sürece dahil olan Türkiye artık olayın askeri boyutuna müdahil olacak kadar da ileri gitti. Dikkat edilirse hem İran üzerinde kurulan baskı konusundaki hem de muhaliflerin kurduğu ordunun Türkiye’den örgütlendiği konusundaki iddialar adeta geçiştirildi.

Eğer gerçekten İran’ın nükleer gücüne karşı bir askeri saldırı düşünülüyorsa bunun için İran ve Suriye’nin birbirinden koparılması gerekiyor. Suriye’de kan akmaya devam ettikçe ilginç biçimde İran’ı sorumlu tutan bir propaganda makinesi çalıştırılarak İran saldırısı temenni edilir bir ortam oluşturuluyor.

Amerikan gücünün artık aynı anda birkaç ülkeye müdahale edecek kapasitesini gittikçe kaybettiği gerçeğini bundan sonra daha çok hatırlayacağız. Bu tespiti bir kenara not ettikten sonra, “Türkiye’nin liderliğine daha çok ihtiyaç duyulduğu” gibi kulak okşayıcı sözleri de sıklıkla işiteceğimizi de kaydedelim.

Türkiye’nin “liderliği”ne duyulan ihtiyacın sadece İslamcı olarak tanımlanan bir hükümet eliyle laiklik ve demokrasi modeli önerilmesinden kaynaklanmadığı çok açık. Gittikçe izolasyonist stratejiye evrilme emareleri gösteren ABD’nin küresel imparatorluğunun artık bölgesel ittifaklara ihtiyacı olacak. Hem Amerika’nın geldiği durum hem Ortadoğu’nun yaşadığı kırılma eski argümanlarla açıklanamayacak farklılıklar gösteriyor. Bu farklılıklar kavranmadan “Türkiye’nin liderliği” gibi gurur okşayışı sözlerin nasıl bir stratejik dönüşüme işaret ettiği anlaşılamaz. Aslında bu nedenle Türkiye’nin önü açıldığı gerçeği, değerlendirme yapılırken göz ardı edilmemelidir. Suriye’ye askeri müdahalenin de dahil olduğu “yeni Osmanlıcılık” rolü ve Batılı değerleri taşıma misyonunun maliyeti herkesi düşündürmelir.

Fatih Altaylı’nın 15 Kasım 2011 tarihli Haber Türk Gazetesi’ndeki yazısı:

Savaş Salakları…

SURİYE’de Türk bayrağı yakılmış. Bazı dangalaklar bunun bir savaş sebebi olduğunu söyleyecek neredeyse. Eğer bayrak yakılması savaş sebebi olsaydı, Amerika’nın her gün bir ülkeye savaş ilan etmesi gerekirdi. Bir ülkenin bayrağını yakarak o ülkeyi küçük düşürdüğünü zannedenler ne kadar aptalsa, her bayrağını yakana saldırmaya kalkışanlar da o kadar salaktır.

Uluslararası ilişkileri futbol taraftarlığı mantalitesi içinde götürmeye kalkarsan, birahaneden çıkıp rakip takım taraftarına saldıran holigandan hiçbir farkın kalmaz. Çok açık bir şekilde bölgemizde bir oyun oynanıyor. Arap Baharı’nı tezgâhlayan birileri, Suriye’deki “bahar”ı Türkiye’nin eliyle bitirmek istiyorlar. Bölgedeki her müdahalelerinde milyonlarca komşumuzun ölümüyle sonuçlanan tezgâhlar kuranlar, şimdi bu işi Türkiye’ye taşere etmeye niyetli görünüyorlar. Ülkemizde bu tezgâha düşmeye dünden hevesli bir taife var.

Türkiye’nin Suriye’ye olası bir müdahalesinin bölgeye doğuracağı sonuçları ve Türkiye’ye vereceği zararı hesaplamaktan acizler. Bugün bölgemizde ve hatta Avrupa’da ekonomik sorunları en alt düzeyde olan ülkeyiz. Terör dışında toplumsal barış noktasında da çok büyük sorunlarımız yok. Bu durumumuzun gıptayla izlendiği kadar hasetle karşılandığını da bilmemiz gerekiyor. Türkiye’nin yukarı dikilmiş burnunu aşağıya indirmenin en kolay yolunun, Türkiye’nin bölgede bir ateş çemberinin içine sokulması olduğunu herkes görüyor, ama bizdeki savaş çığırtkanları göremiyorlar. Tek tesellim, bunların sayılarının az, saygınlıklarının ise hiç olmayışı.